(Nisan 2014; Los Angeles sokaklarında yağmurlu bir gecede, yolun ortasında dizlerinin üzerinde çökmüş ağlarken görülen adama ve onun hikayesinin kahramanına ithafen...)
Tam
da bugünkü gibi, uzmanların bile tanımlamakta zorlandıkları bol şimşekli, az
yağmurlu bir gündü. Kuvvetli ışık çarpmalarını üçbeş saniye sonra takip eden gökgürültülerinin,
sonradan alarmlanmış araçları zevksiz müzikçalarlara dönüştürdükleri türden bir
gün. Yaz mevsimi kaç yılda bir böyle gecikiyor ki? Haziran ne kadarda bir
Nisan’mış gibi yapıyor, bir düzeni var mı bu şaşırmışlığın acaba? Sanmam, bu
kadar gürültü hep düzensizliklerden gelir zaten.
O
günlerde de anlatılan efsaneler vardı, ağaca yıldırım düşünce, altında olduğu
için ölen insanlardan bahsedilirdi böyle havalarda. Pek de umrumuzda değildi
aslına bakarsanız. Ondan sadece birkaç gün önce olsa, hayatımızda daha kötü ne
olabilir ki düşüncesiyle kendimizi bırakıverirdik, oracıkta ölüversek kaç
yazardı ki diye düşünürdük. Oysa o gün tüm dünya başkalaşmıştı bizim gözümüzde.
Ayrıca, şimdilerde farkediyorum da, biribirimize ölüvermek gibi sempatik
kelimelerle cesaret gösterisi yapıyormuşuz, delice korkuyorduk aslında ikimiz
de... Malum, çaresizlik ölümle aşık atmayı çok sever!
Aylar
boyunca yaşama sebebim haline gelmiş, bana ilk defa ciddi anlamda gelecek
planları yaptıran minik gamzeli kocaman gülümsemeli o kadının, parkta saçıma
düşen yaprağı söylermiş gibi bir sıradanlıkla baba olma ihtimalimden
bahsetmesinin üzerinden sadece üç gün geçmişti. O hep öyleydi zaten, kolay
söylenecek her şey için taklalar atarken, hayati mevzuları bir çırpıda
çıkarıverirdi dudaklarından. Hiç zora gelmediğini, ağır yükleri hemen atıp
hafiflemeyi sevdiğini söylediğimde gülümserdi. Gülümsediğinde gözleri kısılırdı
ve sanki yeşile çalan bakışları kaybolduğunda saçlarının bile rengi
koyulaşırdı. Üniversiteye yeni başlamış gencecik çocuklardan, sorumlulukları
birden ağırlaşan kocaman insanlara geçişimizi ilan ettiği bu durumu söylerken
de gülümsüyordu işte. Ve o her gülümsediğinde ben sebebini umursamaksızın ona
bir kez daha, bir kez daha aşık oluyordum.
Bana
bu haberi verişinin birkaç gün sonrasında, biz şimdi yaşamın mizah seven
yanının sempatik kurbanları olarak bir Haziran Pazar’ında, Atakule’den öykünüp
Ata’nın Bahçesi dediğimiz Botanik’te bir ağaç altında sırılsıklam olmuşken,
bizden daha da çok ıslanabilmiş bankta birbirimize sarılmış gülümsüyorduk. O
günkü beklenmedik haberin şaşkınlığını atmamız sadece birkaç saat sürmüştü.
Birini gerçekten seviyorsan, aşılamaz zorluklarla karşılaşmayı bekliyorsun
galiba içten içe. Ona ‘bak seni o kadar seviyorum ki,...’ diye başlayan
cümleler kurarak hayata meydan okuyuşunu göstermek istiyorsun. Şimdi yirmi sene
öncesine bakıp o dönemlerimizi tanımlamaya çalışıyorum da sonuca ulaşamıyorum
bir türlü, daha mı cesur oluyorsun acaba, yoksa daha mı cahil o yaşlarda?
Cesaret, cehaletin kapı komşusu mu yoksa? Çok da umrumda değildi galiba.
Aşıktım. Net. Tanımını bilmediğim bir duyguyu yaşadığıma inanıyordum. Kendimi
bu kadar adamak istiyorsam, aşık olmalıydım öyle değil mi? Tarif edilebilecek
bir kavram değil ki aşk. Bana baktığında hiçbir mimiğini kaçırmamak için göz
kırpmamaya gayret ettiğim biri var karşımda, bunu en fazla ne kadar süsleyerek
anlatabilirsin ki? Birbirimize gerçekten inanıp, güvenip, delice bir adım
atmaya karar verdiğimiz o gün, kim bize deliliğin tanımını yapabilirdi?
Babama
kırgınlığım vardı. Öyle özel günleri önemseyen biri olamadım hiç, belki de
kırılganlıklarımın doğurduğu inkar hissidir bu önemsememe hali. O gün yağmurdan da cesaret alarak bir kez
daha ikna etmeye çalışmıştı beni. Bir de çocukça tehdit sıkıştırmıştı araya, o
da, onlar da benimkileri kutlamazlardı bak sonra! Böyle mağlubiyetleri severim,
hayatımda ilk ve son kez o gün babamı aramış ve babalar gününü kutlamıştım.
Sesimde eğreti durduğunu net hatırlıyorum, bir de içime garip bir huzurla
birlikte yapışık pişmanlık oturduğunu. Yine de aslında iyi geldiğini inkar
etmeyeceğim.
Saatlerce,
gerçekten saatlerce kaldık o parkta. Öğrenciydik, ailelerimizle beraber
yaşıyorduk, son gecemizdi ve birbirimizle olmak istiyorduk. Bizimkisi bir nevi
zorunluluktan doğan romantizmdi yani ama dalgamızı geçecek kadar da memnunduk
halimizden. Kah orada oturduk, kah kimselerin olmadığı parkta yağmurun altında
sakin adımlarla yürüdük. Sözler verdik birbirimize, beklemeye ve sadakate dair
yeminler sıraladık, çokbilmiş cümleler kurduk. Ertesi gün yola çıkıyordu.
Gidecek, yaz boyunca o uzak kıtada kalacak, sonrasında döndüğünde kendimize
yepyeni bir yaşam kuracaktık. Ben yaz boyu çalışıp para biriktirecektim, o dil
eğitimini tamamlayıp gelecekti. Ve dönüşte birlikte bir eve çıkacak, ardından
da hiç vakit geçirmeden aidiyet işlemlerini tamamlayacaktık. Birbirimize ait
olmaktan hiç gocunmamıştık, özgürlük söylemlerine ihtiyaç duymamıştık.
Son
bir şimşek aydınlığında yüzündeki yabancı belirsizliği gördüm. Kendi kendini
gitmemeye ikna etmeye çalışır gibi bir hali vardı. Bir bildiği olduğunu
anlamalıydım aslında, hep hisleri kuvvetli olmuştur. Daha tanıştığımız ilk
anlarda ‘sakın beni bırakma’ deyişinin hesabını sorduğum bir gün, ‘hislerim
kuvvetlidir benim akıllım, anladım tabi ki’ demişti, biraz da dalgaya vurarak.
Kabullenmiştim ben de, hiç sorgulamazdım bu tür ahkamlarını. Yağmur damlalarının
arasına sıvışarak yanaklarından aşağıya süzülen ona ait birkaç damlaya bakarak,
sevgi tanecikleri zannıyla gururlanmaya çalışmam çocukçaydı belki ama hasret
gideriyordum işte ve elimden bir şey gelmiyordu. Hiç böyle sevilmemiştim ki
ben... Beni sevmek için bir sebebe ihtiyacı
yoktu, şartlardan bağımsızdı bana bağlılığı. Yarım yamalak bir gülümsemeyle
yanaklarını sildiğimi hayal meyal hatırlıyorum, bir de gözlerinin pırıl pırıl
ıslaklığını.
Şimdiki
aklım olsa daha net bakardım. Ondan izin ister, her bir kıvrımını hafızama
kaydetmeye çabalardım. Şımarıklığın, bencilliğin hiç de zamanı değilmiş
aslında, nereden bilebilirdim ki?
Bu
onu son görüşüm oldu.
Geçen
zamanı artık onyıllarla ifade edebiliyorum. Onlardan
kocaman iki taneyi uğurladım. Bilinçaltı yolumu onunla kesiştirmek istemiş
olmalıyım, bir kez daha niyetlendim o uzun yolculuğa, hiç üşenmeden. Daha önce
bir kez daha gitmiştim o ışıltılı şehre ama cesaret edememiştim. Bu defa yapmak
istedim. Okyanusun öte ucundaki hayaller ülkesinin yıldızlarla dolu şehrinde,
gece karanlığının tekinsiz sokaklarında yürümeye başladım. Garipti, eğlence
kulüplerinin ışıklarında sıra bekleyen şık kadınlar ve erkeklerle dolu bir
caddeden geçtikten hemen sonra karanlık bir sokak geliyordu. Bu defa evsizlerle
gözgöze gelmemeye çalışıp yeniden ışıltılı caddelere ulaşarak ilerliyordum. Tüm
zıtlıklar dipdibe, hayatı tarif eder gibi yabancı ve yanyanalar. Devamında
sokaklar bir kez daha loşlaştı, sakinleşti, ıssızlaştı ve sonunda elimdeki
notta yazılı levhaların bulunduğu köşeye ulaştım. Tek yön bir caddenin tam
ortasında durdum. Gözümde canlandırmaya çalıştım. Medeniyetin öncüsü diye
tanımlanan bu ülkede nasıl böyle bir kaza olabileceğini bir türlü aklım
almıyordu. Nasıl olabilirdi, nasıl olur da hemen müdahele edilemezdi, neden
kurtarılamamıştı.. Şimdi net olarak iddia edebilirim ki, yaşamın adaletsiz
tarafının mizah tarafıyla rekabetini izlemek zannedildiğinin aksine hiç de
keyifli olmuyor bazen. Ben bu cevapların peşinde koşarken yağmur atıştırmaya
başladı. Hızlandı. İyice hızlandı. Ve ben o caddenin ortasında yağmurla barış
ilan eden bir insan olarak olanca sakinliğimle ıslanmayı bekledim. Dizlerimin
üzerine çöktüm ve gözyaşlarımı yağmur damlalarıyla kamufle ettim, sanki bir
gören olacakmış gibi. Şimşekler caddeyi anlık ışıklarla aydınlattığı her seferde hep
onu görmeye çalıştım. Olmadı. Çok istedim ama olmadı. Sanki hayatımın her
anında benimle birlikte yaşayan, sanki her adımımda yanımda benimle yol alan o
değilmiş gibi saklandı benden. Buraya kadar onu görmek için geldiğimi söylemeye
çalıştım, sesim çıkmadı. Onu son gördüğüm gün gibi, yağmurda susarak bekledim
sadece. Ne yapacağımı bilmiyordum. Buraya neden geldiğimi de bilmediğim gibi.
Zaman mevhumum kayıptı. Tek bildiğim, onyıllarla
saniyeleri ayırdetme becerisinden yoksun geçen o zaman dilimini bir arınma
seremonisi gibi tüm yoğunluğuyla yaşadığım. Kollarımdan tutarak beni kenara
çektiklerini hayal meyal hatırlıyorum. İçinde hala merhamet barındıran
yardımsever insanların seni dünyanın her yerinde bulabiliyor olmaları güzel
aslında. Senin hayatına doğrudan dokunmasalar bile varolmaları güzel. O
insanlar da birini sevecekler çünkü. Güzel insanlar birilerini sevmeli, aşık
olmalı. İyiliklerini başkalarıyla paylaşmalı, hatta bulaştırmalılar. Dünyanın
esasında onların iyilikleri sayesinde döndüğünü bilmeli, güçlerinin farkına
varmalılar...
Otelime döndüm. Saatlerce ağladım. Saatlerce. Ama o
gece yeni bir insan oldum ben. Aslında yirmi yıl önce o telefonu aldığımda, onu
adının yanına hiçbir zaman yakıştıramadığım kelimelerle anlattıklarında,
telafisiz tanımlamalarla yanyana koyduklarında, anlamlandıramadığım suskunluğum
beni yeni bir insan yaptı zannetmiştim yıllarca. Meğer olmayınca olmuyormuş
işte inkar etsen de, bazı şeyler sadece olması gerektiği zaman oluyor,
zorlamanın bir anlamı yok. Bunu kabullendiğinde hayat daha kolaylaşıyor inan
bana. Belki de en kestirme kaçıştır bu ama yine de inanmak istiyorsun,
inanmalısın..
Bir Haziran Pazar’ı yine bugün. Babalar günü. Ve ben
yine aramadım babamı. Kırılganlığım geçmiyor demek ki. Ya da belki de babalığa
karşı bir küskünlüğüm var o günden bu yana, kaçak oynuyorum alenen! İşe bak ki, bu babalar gününde de delice şimşekler çakıyor ama yağmur
yağmıyor. Yaşamın mizah anlayışı yine zirvede. Ve ben pencereyi sonuna kadar
açıyorum. Tam karşımda Atakule’nin üzerine düşen ışık çarpmalarını izliyor,
üçbeş saniye sonra gelecek olan seslerini bekliyorum. Doğa bile herşeyin
zamanlamasını doğru tutturamazken, hayattan ne kadar çok beklentimiz var
farkında mısınız? Yağmur damlaları evimin içine girmeye başlıyor. Kafamı dışarı
uzatıyorum, yüzüm iyice ıslanana kadar bekliyorum ve yeterli kamuflajı
sağladıktan sonra göz torbalarımın biriken yükünü bırakıyorum. Kendini
kendinden saklayan adam, sahtekarlığın en alası!
Bazı genelgeçer kaçışlarımız var her birimizin böyle
zamanlar için... Ben bir sinemacı olmak istiyorum mesela bu tür sahnelerle
yüzleştiğimde. Anlatacak hikayelerim çok ama onları anlatacak becerim yok.
Gerçi zaten herkesin yaşamında küçücük izlerle yazılmış kocaman öyküler var
aslında. Kimse kendi hikayesini anlatmaya cesaret edemiyor, birileri onları
anlasın ve anlatsın diye bekliyor yıllarca umutla. Ve uzaklardan bakarak
gülümsüyorlar, yaşanmışlıkları hasbel kader tarihe not düşülünce..
Uyduruk Türk dizilerinin sezon finali gibi oldu
farkındayım. Hem aklınıza şüpheler düşürdüm çokça, hem de inkar edebilirim tüm
iddialarınızı netçe. Kızmayın bana lütfen, zira naif ve güzel hikayelerin yeni
sezonuna izin vermiyor, haber vermeden final yapıyorlar "yöneten"ler.
Bizimki de tek sezonda öldürülerek "cast"tan çıkartılan oyuncularla
kotarılmış bir AB grubu dramıydı, son reklam ardına sıkıştırılmış minik final
sekansı gibi tadı damağımızda bitti. İzleyemediğiniz için şanslısınız, çok ağır
bir hikaye bu aslında. Emin olun ki, her anlatılmayışın, her susuluşun ve her
yokmuş gibi yapılışın can acıtan sebepleri vardır, bazen karakter örgüsünü
fazla sorgulamamak, filmin sessiz anlatım diline saygı duymak gerekir.
Diyeceğim o ki, izin verin de insanların mahremleri olabilsin az biraz. Yalnız kalabilsinler istediklerinde yüklenilmeden, ketum olabilsinler dilediklerinde suçlanılmadan... Herkesin ama bakın gerçekten her birimizin hayatında senin benim hiç bilmediğimiz gizler var. Ve o gizlerin susulması için gerekli ve yeterli sebepler. Bilseydin, bana hak verirdin. Ve bilseydim, sana hak verirdim. Ama kimseye bilme hakkı vermemekte de haklısın muhtemelen. Ben senin ne yaşadığını hiçbir zaman senin gözünden bilemem ki. Sen benim ne yaşadığımı hiçbir zaman benim gözümden bilemezsin ki. Hayat matematiğinde bilinmeyen sonsuza giderken yaptığın işlemlerin sonucu genelde sıfıra yaklaşır, unutma.
Bilmeden susalım, susmak en kesin çözüm bazen.
Şimdi,
Bir, iki,
üç, tıp!
2 yorum:
Nasıl da güzel ifade etmişsiniz duygularınızı...çok etkilendim...
Çoğumuz benzer şeyler yaşıyoruz, birileri de bunları anlatıyor diyelim :) Çok teşekkürler...
Yorum Gönder