Londra’da çok merkezi ya da popüler yerlerden biri değil Roundhouse. Ama hem bazı özel konserlerin orada gerçekleşmesi, hem de bir konser mekanı olmanın ötesinde, müzik eğitimine ve projelere katkıda bulunanları buluşturmasıyla dikkat çekiyor. Bir eski fabrikadan dönüştürülmüş zaten, yani öyle binlerce kişiyle organizasyonlar yapmak için pek de uygun bir yer değil. Ama gerçekten büyüleyici bir atmosferi var. Salonun ortasında durup da yukarıya baktığınızda tarih kokan yapı ister istemez heyecanlandırıyor insanı.
Muhtemelen
bu yüzden Apple dünyanın her yerinde canlı yayınlanan iTunes festivalini 2014
yılında ikinci kez orada gerçekleştiriyor. Sahnede Maroon 5 var. Ekrandan canlı
izliyoruz evlerimizde. Adam Levine karizması her zamanki gibi konserde
başrolde. Yaklaşık yarım saat kadar sonra, seyircilerin coşkuyla beklediği,
Mick Jagger göndermeli yılın bomba şarkısına geliyor sıra. Ritmik gitar
tınılarıyla birlikte Adam şarkıya başlıyor. Biz dinlerken pek farkında
olmuyoruz böyle şeylerin ama esasında söylemek için gerçekten zor bir şarkı.
Tam da o şarkının girişinin hemen öncesinde sahnede yanılmıyorsam yirmi kez
zıplamış olan Adam, ilk iki cümleden sonra grup elemanlarına durun işareti
yapıyor. Yorgunluktan o kadar terlemiş ki, yüzünde adeta ırmaklar var.
‘Açık
olacağım hepinize’ diyor, ‘Şu anda bunu yapamam, nefesim yetmeyecek, şu anda
söyleyemem bu şarkıyı!’
Şaşkınlık nidaları ve kahkahalar içiçe. ‘Bana biraz
zaman verin.’
Kadınlar onu biraz da bu patavatsızlığı için seviyorlar aslında.
Yoksa doğallık mı demeliydim? Aralarındaki ince çizgiyi nereye koymak gerek
acaba? Herkes çığlık çığlığa, grup üyeleri bir yandan gülümseyip bir yandan da
Adam’a zaman kazandırmak için şarkının girişinden kısa bölümler çalıyorlar.
Birkaç yıl
öncesinde bir Kasım akşamı. Londra Westminster’da, meşhur köprünün hemen
öncesindeki durakta beni Chalk Farm’a götürecek olan otobüsü bekliyorum. Ne
zaman Londra’ya gitsem, hemen Oyster kartımı yüklerim ilk iş, sonrası hep
kolaydır bana. Şehirleri hesapsız plansız gezmeyi de çok seven biri olduğum
için, ulaşım araçlarını sömürme konusunda yetenekliyimdir. Londra’da insanlar
çoğunlukla metroyu tercih ettiği için belki de, mümkünse her yere o meşhur çift
katlı otobüslerle gitmek ve üst katta önlerde bir koltuk bulup etrafı izlemek
hem kolay hem de eğlencelidir benim için. Camden Town ve özellikle Chalk Farm’a
yakın bölümlerde öğrencilerin rağbet ettiği çok mekan var ve yaklaştıkça değişen
görüntülerden bunu rahatlıkla farkedebiliyorsunuz. Ben de otobüsümde onbeş
dakikalık yolun tam anlamıyla tadını çıkartıyorum. Biraz heyecan da var açıkçası.
Aslında öyle çok fanatikleri olmasam da, tarihlerime uygun bulduğum en iyi isim
Cake. Ben de Cake’i ilk defa gideceğim Roundhouse’da izleyeceğim. Mekanı
gerçekten çok merak ediyorum. Neyse ki, Cake’in de o efsane ‘I will survive’
yorumundan ibaret olmadığının farkındayım ve dinlemekten çok keyif aldığım şarkılarda
da imzaları var. Minik bir sürprizli keyif paketine doğru yol alıyorum yani.
Aslında bir
hafta öncesine dönersek her şey biraz daha berraklaşacak.
Hayatımın o dönemiyle
ilgili kötü şeyler söylemeye hiç hakkım yok. İyi bir işim var, ek olarak TRT’de keyifle
yaptığımız üç ayrı programımız devam ediyor, üstelik birinde başka bir isim ve kimlikle
yayındayım ve eğlence had safhada, iyi kazanıyorum, yeni evime taşınmışım,
dostlar şahane... Ama gönül işleri biraz karmaşık. Hayat bir katakulli yapmış
yine ve birkaç sene önce ayrıldığım kız arkadaşımla biraraya gelmişiz. Zor bir
dönem geçiriyor, destek olmam gerektiğini hissediyorum. O dönem hayatımda kimse
de yok, yani krize sebebiyet verecek bir durum da değil. Açıkçası yeniden
birlikte değiliz, öyle konmuş bir adımız yok ama birkaç kişi dışında kimse o süreci hiç öğrenmemiş olsa da, sevgili olmanın tüm
gereklerini de sağlıyoruz. İç sesim bana herşeyi çok açık söylüyor. Aslında o
kadar iyi biliyorum ki, bu bir süreç ve tamamlandığında benim de
görevim bitecek, ardından ben sessizce onun hayatından çekileceğim. Tamam, tabi
ki her yeni ilişkiye böyle kalıp yargılarla başlamıyorum elbette
ama bu spesifik durumda herşey ayan beyan görünüyor. Anlamaza yatıyorum.
Tam da
o hafta artık tüm sorunların çözümlenmesiyle birlikte, onun da hayatına sonunda ilgilendiği birinin girmekte olduğunu farkediyorum. Tamam işte, beklenen son ve şimdi yavaş
yavaş çekilme zamanı. O, benim tüm bunları en başından bu yana bildiğimin ve bu
sonun benim için beklenen durum olduğunun farkında değil elbette. Zaten daha önce
de ilişkimizin temel sorunu hep tek taraftan bakıyor olmamızdı, empatik
yoksunluk diyelim. Hiçbir şeyi karmaşıklaştırmadan hayatından çekilmeye
başlıyorum, zarar vermeden, zorluk çıkarmadan.
Ama ben böyleyimdir işte.
Varlığımın değerini ve nedenini ben gitmeden anlayamaz insanlar. Hayatı çok kolaylaştırırım
çünkü onlar için, benimleyken herşey basittir. Bu basitlik yüzünden de pek
değer biçmezler bana genelde, hayatın en doğal hali olduğunu düşünürler.
Özensizleşirler. Sonra da giderim. Gittiğimde çok geç olur, çabalar gecikmiştir
artık. Hoş, o saatten sonra tavır koymuşsun, kime ne fayda diyeceksiniz ama böyleyken böyle
işte, elimden bir şey gelmiyor.
Herneyse,
konumuz bu değil şu anda.
Tam da bu sebeple, onun hayatından yavaş yavaş
çekiliyordum ve ona istediği yaşamı kurabilmesi için geniş ve rahat bir alan
bırakmaya çabalıyordum. Ne kadar kolay bir adamdım aslında. Evet, hayat
kolaylaştırmak konusunda bir yeteneğim var ama şimdi bu durumdan bahsetmiyorum.
Ne kadar kolay bir adamdım. Yani istediği zaman gelecek, istediği zaman
gidecek, istediği zaman istediği gibi davranacak ve ben her zaman bu durumu
idare edeceğim, zorluk çıkartmayacağım, çözümleyici olacağım. Bu genel anlamda
çok da takıldığım ve beni rahatsız eden bir durum değil ama farketmiştim ki,
bunu farkında olmadan yapıyor olduğuma inanılması bazen sinirlerimi bozuyordu. Evet,
biraz karmaşık göründüğünü ben de kabul ediyorum ama beni haklı bulma
ihtimaliniz de var. İhtimallerin varlığını hep severim.
Aslında
değişebilirdim. Daha önce deneyimlediğim zamanlar olmuştu, kadınların görmesi
gerektiği gibi davranabiliyor ve ulaşılamaz denilen kadınlarla herkesi şaşırtan
ilişkiler de yaşayabiliyordum. Ama işte ben değildim ki o. Ne gerek vardı ki?
İstemiyordum değişmeyi, kolaysam kolaydım, değişmeyecektim.
İşte bu
yüzden, çok önceden planlamış olduğum bu seyahat bana çok iyi gelecekti. Yani
bazı şeyler böyle anlatırken olduğu kadar kolay değil tabi ki yaşarken. Canın
acıyor, yokmuş gibi yapamıyorsun ve önceden bilmek de hiçbir şeyi
basitleştirmiyor. Kendimi güzel bir konserle şımartmak istemiştim. Mekana
geldiğimde gerçekten büyülendiğimi hatırlıyorum. Yani bir konser olmasa, elime
bir kadeh şarap alıp duvarları, tavanın yapısını, girişteki eserleri izleyerek
de saatler geçirebilir ve keyif alabilirdim. Mekan hakkında daha fazla bilgi
edinme isteği uyandı içimde. Yaşasın sosyal medya! Foursquare’i açtım, bildirim
yaptım ve konser başlayana kadar insanların yorumlarını okuyarak oyalandım.
Daha Cake
sahneye çıkıp da ilk şarkısının bir dakikasını geride bırakmışken, kafamda
herşey yerli yerine oturmuştu. Şahane bir konser olacağı açık net ortadaydı,
Cake’e biraz haksızlık etmiştim. Mekan çok büyük olmadığı için kalabalığın
arasından sıyrılarak sahnenin yan tarafına geçtim. Gittiğim hemen hemen her
konserde, fırsat bulabilirsem eğer, mutlaka sahnenin yan tarafına giderek
birkaç şarkıyı da o açıdan izlemeyi severim. Hem sahnedekilerin gözünden
izleyicileri takip etmenin heyecanına tutkuluyum, hem de sahne arkasında olan
biteni izlemek bana hep mutluluk veriyor. Ben orada büyük keyifle sahneyi
izlerken, telefonumun titreşimini farkettim. Yaptığım bildirime bir yorum
gelmişti.
Deniz: Aaa,
konserde bir Türk daha mı yoksa!
Sonrasındaki
gülücük ikonunu da pas geçmeyeyim tabi. Gerçekmiş, ikonmuş farketmez,
gülümseyen kadın benim için hep bir adım öndedir! İtiraf etmeliyim, o mesaj ve
sonundaki gülücük o kadar sıcacık gelmişti ki, mesajı gördüğüm ilk anda onunla
tanışmak istemiştim. Daha sonra Deniz’le konuştuğumuzda, o da bir Türk ismini
gördüğü anda onu tanımak istediğini anlatacaktı. Londra’da, toplasan en fazla beşyüz kişinin olduğu merkez dışındaki bir mekanda, yer bildirimi yapmayı seçmiş
iki Türk! İşime geldiği zamanlarda sıradan tesadüflere büyük kader anlamları
yüklemekte oldukça başarılıyımdır, bi nevi kendine sahtekar diyebilirsiniz bana. Birinin bir şeyi gerçekten istemesi ve
birinin bir cesaretle adım atmasının iyi bir buluşmaya sebep olacağına siz de
inanmış olmalısınız, inanın lütfen. Zira, bu mesajdan sadece iki şarkı sonra
tam da Cake ‘I want to love you madly’ çalarken, Deniz sahne kenarında yanıma
gelmiş ve elini uzatıyordu:
‘Hi, this is Deniz and you are Selim! Turkish
power!’
Deniz’le,
Cake şarkılarına eşlik ettiğimiz sözler dışında İngilizce konuştuğumuz tek andı
bu. Tamam, sıra o muzip şarkıya geldiğinde uyanıkça eşlik edip ‘I want a girl
with short skirt and long jacket’ derken hınzırca Deniz’e baktığımı ve
kahkahalarla güldüğümüzü de itiraf etmeliyim, çünkü gerçekten kısa bir etek ve
çantasına iliştirdiği bir ceketle çok etkileyici duruyordu yanımda. Ama şimdi
duruma farklı anlamlar yüklemeyin lütfen, bakın şarkı gerçekten çok eğlencelidir,
dinleyin mutlaka.
Konser
sırasında klişe konuşmalardan öteye gitmedik. Sonrasında beraber Roundhouse’tan
çıkıp yürümeye başladık. Gençler mekanları yavaş yavaş dolduruyorlardı. Rock
seslerinin fazlaca duyulduğu, neredeyse ‘Dövmesiz Girilmez’ levhası asılsa
uygun olacak türden yanyana mekanları bitirip otobüs durağına ulaştık. Deniz
İstanbul’daki meşhur plazalardan birinde bir ajansta çalışıyordu. İzmir’de
harika bir çocukluktan sonra üniversiteyi Ankara’da ODTÜ’de okumuş ve okul
biter bitmez İstanbul’a taşınarak çalışmaya başlamıştı. Beni tanıyordu. Yani,
radyodan ve etkinliklerden biliyordu. Çok utanıyordum birileri böyle şeyler
söylediğinde, hala da utanırım. Ben hep sahne arkasında olmayı tercih ettim,
izlenmek sevdiğim bir kavram değil. Deniz de, zaten bu yüzden daha çok dikkat
çektiğimi söylediğinde tüm ezberimin bozulduğunu da buraya not düşmeliyim! Ah
biz hiç farkında değilken hayatımızın yanından geçip giden o paralel dünya!
İstanbul’a
geldiğinde çalışma hayatına hızlı bir giriş yapmıştı. Çok başarılıydı, ekibinde
bulunduğu bazı işleri söylediğinde gözlerim açılmıştı. Hayatında herşey iyi
görünüyordu ama aşk hayatını bir türlü yoluna sokamamıştı.
Şimdi biraz
ahkam keseceğim izninizle. Özellikle İstanbul’da plaza evreninde çok araf
kadınları olduğunu biliyorum. Çoğunlukla Ankara’dan ya da İzmir’den İstanbul’a
gelmişler, başarılılar, kültürlüler, bakımlılar, dikkat çekiyorlar, iyi kazanıyorlar, iyi pozisyonlara
ulaşıyorlar ama kendileri gibi olmak ya da korunaklı bir karakter oynamak
arasında hep kararsız kalıyorlar. Kendileri gibi olduklarında İstanbul
dünyasında yer bulamıyorlar, oynarlarsa mutlu olamıyorlar. Çoğunun artık gözlerine
yapışmış derin bir hüzün var, öyle ki kısacık saf mutlu anlarında karşılarına
bir ayna koysanız, kendilerine yabancı gelirler. Deniz de öyleydi. Ama bir adam
çıkmıştı karşısına, farklı olduğuna, farklı olacaklarına inandırmıştı onu.
İnanmıştı Deniz, aslında tam da inanmak istediği bir zayıf bir dönemine rastlamıştı.
Hikayeyi
burada uzun uzun anlatmayacağım ama sadece son konuşmamız tüm şifreleri çözüp durumu özetliyor.
‘Neden bana böyle davranıyorsun, neden değer vermiyorsun bana?’ diye sormuştu
Deniz son kavgalarında. Sonra da kendisi cevaplamıştı, ‘Kolayım çünkü ben.
Kolay geldim sana, zorlaştırmadım sana hayatı, anlamadın sen beni nereye koyman
gerektiğini!’
Adamın hiç
cevap vermemesi onun için en etkili cevap olmuştu.
‘Eşyalarımı
bile almadım’ diye anlatıyordu Deniz biraz da öfkeyle, ‘özene bezene, tek tek
seçerek aldığım herşeyimi onda bıraktım. Kalemlerim ve defterimi bile. Kolayım
ben çünkü, kolay kadınım!’
Ardından eve
gider gitmez hemen bilgisayarı açmış ve kendine üç günlük bir tatil ayarlamış,
sabah ilk uçakla Londra’ya gelmiş, Londra’da da bir etkinlik bulmaya çalışırken
karşısına Cake çıkmıştı.
Gülümsemeye
başladım onu dinlerken. İyice sinirlendi.
‘Pardon ya,
hata bende. Bir saat önce tanıştığım birine, üstelik de bir erkeğe oturmuşum
kendimi açıyorum. Rezilsiniz hepiniz!’
Hızla yürümeye
yeltendi. Gerçekten öfkelenmişti. Kollarından tuttum ‘Copy paste’ dedim. Yüzüme
baktı, bir yandan da kolunu çekiştirip neredeyse üzerime basarak geçmeye
çabalıyordu. ‘Copy paste!’ diye tekrarladım, ‘Lütfen dur ve anlatayım, bak sen
de bana güleceksin o zaman.’
Tamam işte, bana
gülme ihtimali hoşuna gitmişti. Evet, kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden
hoşlanırlar. Hayır, yanlış anladınız, iyi mizah yapmaktan bahsetmiyorum. Kadınlar
kendilerini güldürecek kadar zayıflıkları olan erkeklerin dünya üzerinde
varolmalarından ve diplerinde bulunmalarından hoşlanırlar. Beslenme kaynaklarından
biri olur bu çoğunlukla. Ama sevgililik başka bir şey, ona hiçbir erkeğin mizah
becerisi tek başına yetmez, ışıltılarla süslemeniz gerekir.
Birkaç
dakika sonra o da gülüyordu. Şartları eşitlemiştik. Otobüs beklemekten
vazgeçtik ve oradaki mekanlardan birinde karar kıldık. Hoparlörlerden ‘The Unforgiven’
duyulurken bize zarar verenleri artık affetmeyeceğimizden, kendimize önce
kendimiz değer vereceğimizden bahsettik, sözler verdik. İçtik, konuştuk, arada
hafiften ağladığımız ve çaktırmadığımız anlar da oldu ama kahkahalarımız çok
daha fazlaydı. Gecenin saat bilmemkaçında çıkıp taksiye bindiğimizde hala
gülüyorduk. Taksi şoförünün bir ara bize dönerek ‘Bu kadar zamandır buradayım,
bu saatte bir yerden çıkıp da hem bu kadar ayık hem de bu kadar eğlenen bir
çift görmedim.’ demesi ilginçti. Yanılıyordu, pek de kendimizde değildik. Ve
yanılıyordu, bir çift değildik. O gece ikimizin de birbirimize karşı tek bir
adımımız dahi olmamıştı.
Aslında ikimiz de ortalamanın üzerinde ve şansı olan
tiplerdik, hatta mekanda ikimiz de tanıştığımız insanlardan bize doğru çeşitli
teşebbüslerle karşı karşıya kalmıştık. Ama ikimiz de farkındaydık, o gece ihtiyacımız
olan sadece buydu, daha fazlasını almaya çalışmak, buraya kadar olanı da
değersizleştirmek olacaktı. Hay aksi, oysa kolaydık ikimiz de günün sonunda ne de olsa ama o gece kolay
olmadık, kolay olanı yapmadık.
O gecenin o
gecede kalması konusunda anlaşarak ayrıldık. Aptalcaydı ama hoşumuza giden bir
karar almıştık, nasıl olsa eğer icabediyorsa, hayat bir gün bir yerde bizi
karşılaştırırdı.
Yanılmamıştık.
Ertesi sene yeni açılan mekanlardan birinde tesadüfen gözgöze geldiğimizde karnı
burnundaydı. Gelip sarılacak, ardından da mahcup bakışlarla açıklama yapma
gereği hissedecekti. Bebek ondandı. Döndüğünde yeniden konuşmak istemişti adam.
İkna olmuştu Deniz. Bir burukluk oluşacaktı benimle konuşurken. ‘Sen söylemiştin
o gün, hatırlıyorum.’ diyecekti. Gerçekten de öyleydi. Henüz çok sıcak olduğunu
ve onu affedebileceğini ama bunu yapmaması gerektiğini söylemiştim ona o konser
gecesi ayrılırken. Eklemiştim, ‘Gerçi biliyorum yapacaksın, ve yine biliyorum
ki sonrasında pişman olacaksın.’
Hamilelik gerçekten
yakışmış, onu daha da güzelleştirmiş olacaktı ama o utanarak yüzüme bakacaktı
dolu gözlerle, ‘Haklıydın,’ diyecekti, ‘Her iki söylediğinde de haklıydın. Dinlemeliydim
seni.’
Gülümseyecektim
yarım dudak, sarılacak ve ayrılacaktık.
Haklı çıkmaktan
nefret ediyorum bazen!
Roundhouse’da
sahnede Adam Levine var, nefesini toparladıktan sonra şarkısını söylüyor.
Ardından seyircilerle diyaloga girmeye başlıyor. Bir genç kız sahneye doğru,
biraz da erotik içerikli beğeni cümlelerini haykırıyor. Adam Levine ona takılmaya
başlıyor. Konseri izlerken, bir yandan da internet yorumlarını takip ediyorum.
Birinin tam da bu sahne için yaptığı yorum gözüme takılıyor:
‘Ne kadar da
kolay bir kız!’
O sırada bir
başka genç kız sahneye kağıttan uçak atıyor. Adam Levine yerden alıp üzerinde sadece
‘Merhaba’ yazan kağıdı okuyor. ‘Bak, bu daha gerçekleştirilebilir bir talep’
diyor muzırca.
Konserin
yönetmeni muhtemelen zevkten dört köşe, şahane malzemeler yakaladı canlı
yayında! Bir o kızı, bir Adam’ı, bir diğer kızı gösteriyor arka arkaya.
Seyirciler çok mutlu, eğlence zirve yapmış.
Kamera
yakınlaştıkça kızların yüzlerindeki mimikleri yakalamaya çalışıyorum, hangisi
bu gece mutlu uyuyacak, hangisi gerginlikle sabahlayacak, hangisi zafer edasına
bürünecek, hangisi yaptığına pişman olacak?
Akla ilk
gelen cevapları pas geçiyorum. Biliyorum ki, öyle herşey her zaman dışarıdan
göründüğü gibi olmuyor. Ve kolayca yapıştırdığımız yaftalar, dönüp dolanıp yine
bizi buluyor.
Yani dünya
dönüyor ve geride bıraktığını, üzerine basarak yürüyüp geçip gittiğini
zannettiğin her şey, bir tur sonra tam karşına çıkıyor.
Dünya
yuvarlak dostum, kanıtlanmış bilimsel gerçeklerden kaçamazsın!
Kolayı
seçmeyi biliyorsun malum, kabullen. Bil ki, gerinde ne bırakırsan, önünde
sonunda gelip seni bulacak.
Bu yüzden, kimseyi
iyi olduğu için ya da kolay olduğu için harcamaya kalkma.
İyi ol
dostum, iyi ol.
Değerinden bir
şey kaybetmeyeceksin.