Bir Nisan öğleden sonrası.
Karaköy’deki ara
sokaklarda biraz turlayıp, güzel bir kahvaltının ardından oradaki
arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra iskeleye yöneliyorum. Neyse ki Kadıköy
vapurunu kaçırmamışım. Gerçi kaçırmış olsam da dert etmeyeceğimi biliyorum.
Değiştiremeyeceğim, benim kontrolümden artık çıkmış şeyler için kendimi
germemeyi öğreneli çok oldu. İnsanların vapura binerken neden o kadar
koşturduklarını hiç anlayamadım, özellikle de mesai yoğunluğunun dışındaki
saatlerde. Dahası, acele etmeyenlere, rahat davrananlara karşı bir öfke
büyütmüş gibiler hepsi. Gerçi bu karakter İstanbul’da yaşayan ve kendini
İstanbul canavarına teslim etmiş herkesin refleksi olmuş artık, bilinçli
yapılan bir şey değil her yere ve herşeye koşturmak, hep acele etmek. Esasında
acelen yokken bile. Sakinim, vapurun alt katında bulunan ve her iki yanında
dışarıya yerleştirilmiş banklardan birine oturmaya niyetliyim. Güneş tam
tepede, gözlerimi alıyor. Hadi itiraf edeyim, İstanbul’da yaşadığım dönemde her
gün vapurla karşıya geçerken, çok güneşli günlerde ben de doğrudan üst kattaki
iç bölmelerden birine yönelirdim. Ama şimdi misafirim bu şehirde ve vapurun da,
güneşin de tadını çıkartmak istiyorum. Ayrıca bir tezim var, genelde kafası
biraz dumanlı, çözümlemesi gereken dertleri olan insanların dışarıyı tercih
ettiğini düşünüyorum. Sanki terapi merkezi gibi bir etkisi var vapurda o
yolculuğun. Tamam, kabul, bir de bol bol özçekim peşindeki üç-beş kişilik
gruplar oluyor, ‘vapurda dalga keyfi’ pozlarının peşine düşmüş olan. Ama onları
istisna kabul edebiliriz, tezimde hala iddialıyım!
Kafamda ince bir hesap yapıp, görevlinin
halat almak için geçmeyeceği, insanların da ilerlemek için beni rahatsız
etmeyeceği bir nokta seçiyorum kendime. O yarım yamalak aldığım mühendislik
eğitimi tam da bu anlar için işte! Vapur hareket etmeye başlıyor, ben de kafamı
arkamdaki cama dayayıp tam karşımdaki yarımadayı izleyerek güneşin ve dalgaların
keyfini çıkartıyorum. Gerçekten dünyadan soyut bir haldeyim, vapur batmaya
başlasa muhtemelen ancak ayaklarım ıslandığında haberim olur, o kadar
uzaktayım! Ama o dünyanın duvarını yıkan sıcacık bir ses duyuyorum.
‘Derdi herneyse biraz büyük olmalı!’
Şaşırıyorum. Bana mı dedi? Yakınımızda başka
kimse yok. Teknoloji devrindeyiz malum, telefonla mı konuşuyor diye düşünerek
saçlarının arasında kulaklık arıyorum, ama yok. Tam sağ yanımda oturuyor, nasıl
olduysa geldiğini bile görmemişim. Omzuna kadar uzanmış siyah kıvır kıvır
dolgun saçlarını farkediyorum önce. Onların arasında belli belirsiz görünen
küçük ama yuvarlak ve açık tenli bir yüzü var. Çok makyajlı değil ama
dudaklarına bir şey sürdüğü belli, güneşte ıslatılmış gibi parlıyor. Farkında
olmadan onu baştan aşağı süzüyorum o tek saniye içinde! Paçaları oldukça geniş
koyu lacivert bir kot, onun üzerine kadar sarkan efil efil bir tişört ve yine
koyu renkte bir kot mont. Aslında çok rahat giyinmiş ama nasıl olduğunu
anlayamadığım şekilde bir kalite var üzerinde. Ayağındaki rahat Converse’lere
rağmen! Onu farkedince kendi ayakkabılarıma bakıp gülümsüyorum. Pişti olmuş
durumdayız! Bunların hepsini içine sığdırdığım o tek saniyenin ardından ona dönüyorum.
‘Pardon, bana mı dediniz?’
Bunu söylememle birlikte birden irkilip
toparlanıyor. Telaşla bana dönüyor. Tam o anda, daha o konuşmaya başlamadan
önce, biraz da şaşkınlıkla kocamanlaşmış gözlerindeki maviliğin ardında
gizlenen derinliği görüyorum. Henüz gülümsemiyor ama küçücük gamzeleri de
olduğundan eminim.
‘Ya ben onu sesli mi söyledim?!’
Bir an sessizlik. Aslına bakarsanız içimden
kahkahalar atmak geliyor! Bu bizzat benim yahu! Bazen kafamın içinde o kadar
çok diyalog bulutları çarpışıyor ki, kontrolden çıkıp beni ele geçireceklerini
düşündüğüm oluyor. Sanki aslında söylemeye hiç niyetim olmayan, bende kalıp
bana yeteceklerini, söylersem çok pişman olacağımı düşündüklerimi kontrol
edemeyeceğim, onların artık kafasına göre beni konuşturacaklarını düşündüğüm
oluyor. Bildiğim bir duygu bu. Yani o ise. Yani benim tahmin ettiğim gibi bir
durumsa. Bazen fazla şey düşünüyorum dinlemeden. Düşündüğüm seçeneklerden
birinin mutlaka gerçek olması bir yana, neden dinlemeden önce böyle bir çabaya
giriştiğimi de pek bilmiyorum. Hazırlıklı olmaya çalışıyorumdur kesin,
hazırlıksız yakalandığım ve canımı fena yakan cümleler var bireysel tarihimde,
ondan olsa gerek bu antrenman çabası.
Toparlanıyorum, gülümsemeye başlıyorum.
‘Neyse ki bana da oluyor bazen, rahat olun.’
Hızlı mimik değişimlerinden biraz
rahatladığını anlıyorum ama hissettiği derin pişmanlığın yüzündeki her bir
noktayı ele geçirdiği açıkça görülebiliyor. Normal bir insan yüzü değil yani o
an karşımdaki, tam o anda beyin gücünün kontrol mekanizması yoğun bir çalışma
temposuna girmiş durumda. Kendimden biliyorum, olur arada öyle.
‘Afedersiniz, gerçekten çok özür dilerim.’
diyor mahçup bir ifadeyle. Dudaklarını büzüyor biten cümlenin hemen ardından.
Kaşları gözlerinden uzaklaştı, tam olarak neyaptımben yüzü bu, nerede görsem
tanırım! Ve bingo, işte gamzeleri de göründü! Söylemiştim, bu yüz gamzesiz
olamaz.
İnsanın hayatında kritik karar anları var.
Bazı noktalarda yaptığınız, ya da aslında yapmadığınız çok küçük bir hareket
hayat akışınızı değiştirebilir. Ya da tamam, hadi o kadar büyük misyonlar
yüklemeyelim, hayatınıza minik bir güzellik katabilecek detaylara sırtınızı
dönüp yürüyebilirsiniz farkında olmadan. Ben de orada gülümseyip, kafamı
sallayıp dönebilirim, ki bu aralar en çok yaptığım şey konuşmamak! Ama
gülümseyerek cevap veriyorum.
‘Rica ederim, özür dilenecek bir şey yok,
rahat olun.’
Ahkam kesmeye can attığımız anlar da var
hayatımızda. Mesela tam orada ben ona bakıp bengibi hissi yaşarken, muhtemelen
o da banazararsız hissiyle ahkamlara yürümekte. Karşılıklı bakışlarımızda ‘biz
zaten birbirimizi tanıyoruz’ rahatlığının oluştuğunu anlıyoruz. Hemen aklınız
oralara gitmesin lütfen, öyle ilk görüşte yıldırım aşkı gibi bir kavram değil
burada tanımlamaya çalıştığım. Tamam, onu da anlarsın belki ama burada masum
bir yakınlık, tanıdıklık hissi var.
Kaşlar hala aynı açıda ama şimdi yüzünde daha
rahatlatıcı bir ifade seziyorum.
‘Bu aralar fazla kendi kendime konuşuyorum
da, demek ki biraz kontrolü kaybetmişim...’
Yine gülümsüyorum, aslında onaylıyorum bir
şekilde.
‘Dert etmeyin,’ diyorum, ‘neyse ki masum bir
cümle kaçtı aradan.’
Bu sefer ağız dolusu güldüğünü görüyorum.
Kimbilir ne kavgalar var o kafada bu aralar, sadece bunun kaçmış olmasına
memnun olmuş gibi.
‘Garip aslında,’ diyerek devam ediyor, ‘o
kadar az insanla ve o kadar az konuşuyorum ki bu aralar, durup durup da
tanımadığım birinin yanında birden konuşmaya başlamam hiç olmayacak iş.
Bilinçaltım bir şeyler çeviriyor olmalı!’
İşte şimdi beni canevimden vurdu!
Tam da vapura binerken aklımdan geçenleri
söyledi bir anda. Uyandım.
Zaman zaman anlatırım bazı satırların
arasında. Şımarıklık yaptığımdan değil, benimkiyle kıyaslanmayacak kadar zor
çocukluk geçiren insanlar olduğunu elbette biliyorum. Daha çocukken yatılı
okula gönderilen ilk insan da ben değilim. Ya da buralarda sıraladıklarımı bana
acıyıp da daha çok değer vermenizi umarak anlatmıyorum. Ama bazı şeylerin
sebepsiz olmadığını paylaşma isteğim yoğunlaşıyor kimi zamanlar. İnsanlara
güvenmem çok zaman aldı benim, çocukluğumun yalnız bırakılma yarasını kolay kapatamadım.
Ama çabaladım, uğraştım, denedim ve sonunda başardım. Gel gör ki, tamir edilmiş
halimin parçalanması da çok zaman almadı. Size bir şey söyleyeyim mi, insanlar
gerçekten çok acımasız. Üst üste, pekiştirilmiş yaralanmalar yaşadım, güvenimi
kaybetmek için oldukça geçerli sebepler edindim. Öyle hemen aşk meşk
durumlarına sarmayalım lütfen, kıyas götürmez değerler var dünyada. Bir acı bir
başka hüzünle eşleşmiyor, elma armut toplanmaz diye boşuna öğretilmiyoruz
çocukluğumuzda.
Çocukluk...
Suskunluğum çocukluğumdan gelir benim.
Bidiğimden, öğrendiğimden başka bir dünyaya çocukken bırakıldım ben. Hangi
dilde konuşacağımı, hangi jargonla ulaşacağımı bilemediğim insanların arasında
kaldım. Onlar gibi olmaya çalıştım,
olamadım. Kendimi olduğum gibi kabul ettirmeye çalıştım, ettiremedim.
Doğrularımızı konuşarak, tartışarak ortada buluşmayı denedim, buluşamadım.
Diyalogla bir yere varamadığımı anladığım, büyüyen tartışmalardan çok yorulduğumu
farkettiğimde de içime kapandım, sustum. Susarak korudum kendimi, susarak nefes
alabildim, susarak meydan okudum yaşama. Susarak tutunabildim aslında geride
kalan uzun yıllar boyunca.
Hep kavgadan, tartışmaktan korkan biri oldum
ben çocukluğumdan kalan yaralarla.
Yılları susarak devirebildim. Söylediklerim anlaşılmadığında sustum,
konuştuklarım başka yorumlandığında sustum, haksızlığa uğradığımda gerçekleri
ben nasıl olsa biliyorum diyerek sustum, hayatıma çomak sokulduğunda ilahi
adaleti umarak sustum, üzerime basılmaya çalışıldığında bilmiyormuş gibi
sustum, arkamdan kuyu kazıldığında değmezmiş diye sustum. Ve en çok da samimiyete
güvenip da kendimi açabileceğime inandığım tek tük anlarda, yanılgıya düştüğümü
farketmenin ağır hayal kırıklıklarıyla uzun uzun sustum. Sustuğumda adıma yalan
yanlış hikayeler anlatıldığında da sustum, suskunluğuma dayanaksız ahkamlar
yakıştırıldığında da sustum. Şairin dediklerini mırıldandım kendime sessizce,
‘Siz ne derseniz deyiniz, benim gizli bir bildiğim var’ dedim. Onlar kendi dünyalarında
istedikleri kadar kocamanlaşsınlar ama yeter ki benim dengemi bozmasınlar diye
dualar ettim. Bildiklerimi, asla bilemeyecekleriyle harman ettim, haketmediğim
yaftaların gölgesinde sustum. Kocaman dünya dar geldi bana, yüreğimin sıkıştığı
anlar yaşadım, haykırmak istedim ama sustum. Marifetmiş gibi kandırdım kendimi,
inandım kendime, sustum. Sustukça korudum kendimi dünyadan ve sustukça korudum
dünyanın geri kalanını kendimden.
Kendimi çok da iyi hissetmediğim, ümitlerimin pek de canlı olmadığı bir dönemdi.
Hani hep de hiç beklemediğin zamanlarda gelir ya o kocaman aşklar kapı eşiğine,
işte birbirimizin hayatına öyle girdiğimiz, hayranlıkla aşkın karıştığı
duygularla birbirimizi katıksız sevdiğimiz bir kadındı, kadınımdı. Kendimi ilk
defa birinin yanında o kadar kendim gibi hissediyordum. Bütün hesaplarımı
soyunabildiğim geceler yaşıyorduk, sabahın ilk ışıklarına kadar sıkılmadan
birbirimize birbirimizi ve bitmeyen hayallerimizi anlattığımız oluyordu. Bir
gün aniden durup ellerimi tutmuş, loş ışıkta parlayan gözlerini gözlerime yanaştırmıştı.
‘Sen neden bana hiçbir şey anlatmıyorsun?
Kendini, hissettiklerini, aklından geçenleri hep saklıyorsun.’ demişti.
Oysa ben hayatımda hiç kimseye olmadığı kadar
ona anlatıyordum kendimi. İkna etmem kolay olmadı o gece. Sonra da defalarca
söyledi zaten bunu bana. Ta ki hiç unutmayacağım o güne kadar.
Uzun bir yolculuğa çıkacaktı, aramıza uzun
mesafeler girecekti. Bir parkta, yağmur altında yürürken aniden durmuş, yine
ellerimi tutmuş ve gözlerime bakmıştı. Bir süre herşeyi unutup onu izlemiştim. Omzuna
kadar uzanmış siyah kıvır kıvır dolgun saçları vardı. Onların arasında belli
belirsiz görünen küçük ama yuvarlak ve açık tenli yüzü seçilebiliyordu. Çok
makyaj sevmezdi ama dudaklarına ufak da olsa birşeyler sürerdi, ışıkta
ıslatılmış gibi parlardı dudakları. O günü parkta geçireceğimizi bildiği için
rahat giyinmişti. Paçaları oldukça geniş koyu lacivert bir kot, onun üzerine
kadar sarkan efil efil bir tişört ve yine koyu renkte bir kot montu vardı.
Aslında çok rahat giyinirdi ama nasıl olduğunu anlayamadığım şekilde hep bir
kalite hissettirmeyi becerirdi. Ayaklarımızdaki rahat Converse’lerle bunu nasıl
becerdiğini hep merak etmiştim.
‘Ben aslında seni anlıyorum,’ demişti, ‘bak
gözün arkada kalmasın diye söyüyorum, biraz numara yaptım sana. Bana ne kadar
hesapsız olduğunu biliyorum, bana bu duyguyu yaşattığın için sana minnet
borçluyum. Ha bir de, ayrıca bunun için kendimle de gurur duyuyorum bilesin!’
Ah o gülümseme, minik gamzelerini ortaya
çıkartan o eşsiz gülümseme!
‘Sen başkalarına susmaya devam edebilirsin,
sıkıntı yok! Ben dönene kadar sabret yeter.’ diye eklemişti.
Susmanın en çok yakışacağı zaman dilimi
aslında. Ama var işte benim de böyle dengesizliklerim, saçmalanacak yerleri
bulmak konusunda eşsiz bir yeteneğim var.
‘Yazdım bunu bir kenara,’ dediğimi
hatırlıyorum, ‘iyi başardın ama bak, hakkını teslim edeyim. Aferin sana!’
Gitme eylemi hayatın en çok susulması gereken
durumu. Oysa susmamayı tam da öğrenmek üzereydim. Bir nefese daha ihtiyacımız
vardı sadece. Dünyada yaşayan bilmemkaç milyar insana artı bir nefes çok
olmamalıydı. Ama bana en çok neye sustun derseniz, onun adını söylerim. Gerçi
söylemem tabi, susmaya devam ederim, ama artık anlarsınız belki de...
Karaköy-Kadıköy vapurunda gidişe göre sağ
tarafa oturursanız, hep kıyıya sırtınız dönük gideceğiniz için vapur iskeleye
yanaşmak için yavaşlayıp dönmeye başlayıncaya kadar geldiğinizi anlayamazsınız.
Yanımdaki huzur dolu sesin ‘Garip aslında, o
kadar az insanla ve o kadar az konuşuyorum ki bu aralar...’ dediği anda
iskeleye yanaştığımızı farkediyorum. Saniyelere koca koca hikayeler sığdırmak
konusunda eşsiz bir yeteneği var insanevladının. Esasında beni hiç tanımayan,
geçmişimi hiç bilmeyen, benimle ilgili hiçbir yargısı olmayan, şahane bir sıfır
noktasını paylaşabildiğimiz insanlarla tanışmayı ve konuşmayı çok seviyorum.
Sık sık tek başıma kaçışlarımın altında yatan sebep de tam olarak bu muhtemelen,
nedenini çok uzaklarda, yersiz ahkamlarda, yakışıksız yaftalarla aramamak gerek.
Nedenini bilmediğim bir duyguyu anımsatıyor bana, sebepsiz bir şekilde kendimi
yakın hissedip aklımdan geçen onca şeyi bir bir anlatmaya hevesleniyorum.
‘Az konuşmak mı?’ diye soruyorum gülümsememi
takınarak. ‘Hayatta hiç sıkılmadan uzun uzun konuşabileceğim yegane konu
konuşmamak. Susmak üzerine konuşmaya başlayınca çenem düşer benim.’
Kısa bir sessizlik oluyor. Vapur yanaşıyor ve
insanlar hızla iskeleye atlayarak, geldikleri gibi aceleyle kaçışmaya
başlıyorlar. Biz ise, o vapura yabancı bir sakinlikle hareket ediyoruz. Ayağa
kalkarken ‘Moda’ya gidiyorum.’ diyor, ‘Aslında bir arkadaşımla buluşacaktım ama
çok erken geldim. Bir kahve içeyim diyordum ben de. Biraz susmaya vaktiniz var
mı?’
Garip. O gülümsemeyi tanıyorum. Biraz
ürpertici bir durum olduğunu itiraf etmem gerek ama içimde her an artan bir
coşku var. Çok mu anlam yüklüyorum tesadüflere? Olsun, ne zararı var ki? Bak
yine kendi içimde konuşmaya başladım, seçenekleri sıralıyorum. Yapmayayım bu
defa, yapmamalıyım.
Yarım bir gülümsemeyle gökyüzüne bakıyorum.
Şimdi bir parka gitsek ve birlikte sussak,
yağmur da yağar mı acaba?
Fotoğraf Orhan Koç imzalı.
2 yorum:
Merhaba.Yazılarınızı tesadüf üzerine 'Üzümlü Kek ve İncir Reçeli' ile okumaya başladım. Tebrik ederim. Aldığım tadı nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama tasvirleriniz o kadar güzelki tebessüm ettiriyor, diyebilirim. Keyifle ve ufak bir heyecanla okuyorum. Her gece bir tane. ☺️
Ne güzel yorumlar bunlar... Çok çok teşekkürler, sevgiler :)
Yorum Gönderme