Bacaklarımın artık beni taşımakta zorlandığı
bir günün sonundayım. Kendimi zor attım eve. Çantamı ve evin anahtarını
kanepenin üzerine savurdum. İşte bu gerçekten yorgunluk işareti. Biraz unutkan
bir insan olduğum için bir anahtarlık yaptırmıştım kendime ve evin tam
girişine, kapının tam arkasına yerleştirmiştim. Eve girer girmez yaptığım ilk
iş anahtarları oraya asmak oluyor. Bunu refleks haline getirdim, yoksa çıkarken
anahtarlar aklıma gelmeyebiliyor. O yüzden, reflekslerim de bana ihanet
ettiğine göre gerçekten sarhoşluk sınırına yaklaşacak derecede yorgun
olmalıyım.
Hemen yatak odama doğru yöneliyorum. Bir an
önce kendimi yatağa atmak var aklımda. Oldum olası lahana gibi, kat kat giyinmeyi severim. Üstüste tişörtler giyerim mesela, ya da tişört üzeri gömlekler... Gömleğimi çıkarıp son gücümle savuruyorum bir köşeye. Sonra tam sıra tişörtteyken
donup kalıyorum. Onun kokusu geliyor burnuma. E iyi ama kaç gün oldu biz
görüşeli, hem üzerimdekiler bunlar değildi ki? Nasıl olur? Garip bir durum
var...
Kimbilir kaç yıl öncesindeyiz..
Onu uğurlamak üzereyim. Uzun ilişkilerde
araya mecburi mesafeler giriyorsa, o ayrılıkların öncesinde tanımlanamayan bir
gerginlik oluyor ortalıkta, yaşayanlar iyi bilirler. Günlük güneşlik havalarda
sanki tek bir yağmur bulutu varmış da, o da sadece sizin üzerinizde
dolaşıyormuş gibi hissettiğiniz anlar olur. Her iki taraf da bunun geçici ve
zorunlu bir ayrılık olduğunu bilse de, birbirinize kızdığınız, karşı tarafı
anlamsızca suçladığınız bir süreç yaşanır. Özellikle de tam o ayrılık anında
gereksiz bir gerilim yayılır ortalığa. Aslında onun yüzünü, sesini,
bakışlarını, teninin dokusunu hafızana kaydetmek varken, sert bakışlarla
süzerken bulursunuz birbirinizi. Sözleşilmemiş sözlerle didiklersiniz
birbirinizi karbon kopya dünyada. Oysa için için bir iz almak, bir iz bırakmak
istiyorsunuzdur.
Biz de birbirimize öyle bakarken ve arkası
boş, anlamı yok cümlelerde birbirimize tırnak batırırken ince ince, ayrılık
vakti geliyor. Dudaklar buluşmuyor böyle zamanlarda nedense, tutku değil şefkat
arıyor galiba insan. Yanağından hafifçe öpüyorsun sevdiğini ve sarılmak
istiyorsun ona. Biz de sıkıca sarılıyoruz birbirimize. Sonra tam ayrılırken
yüzlerimiz dokunuyor. Orada kalıyoruz öyle. Bir fısıltı duyuyorum, ‘Kokun
sinsin üstüme.’ diyor küçücük sesiyle. Kalp atışlarım daha sesli neredeyse! O
öyle söyleyince kendime geliyorum, derin bir nefes alıyorum. Allah’ım, o nasıl
güzel bir koku öyle. O koku olduğu için değil, onun kokusu olduğu için o kadar
güzel! Koku alma özürlü olan ben tabularımı yıkmaya, bildiklerimi yalanlamaya
gayret ediyorum, hafızama kaydetmeye çabalıyorum sadece onda öyle güzel duran
ona özel kokuyu. Başarıyorum.
Birkaç gün boyunca o gömleğe bakıyorum ara
ara. Ondan bana kalan son hatıraların, onunla ilgili hatırlayacağım son sahnelerin,
birbirimize bırakacağımız son izlerin o koku olacağını sanki o andan bilirmiş gibi
dokunuyorum ona.
Onunla bir daha yollarımız hiç kesişmiyor ama
o kokunun bende bıraktığı his hiç değişmiyor. Özlüyorum onu ara ara, o koku burnuma
her dokunduğunda...
İşte tam da öyle, yıllar sonra yine garip bir
şekilde benzer bir hisle buluşuyorum. Daha tanışalı birkaç ay olmuşken alışıverdiğim o yeni koku geliyor burnuma. E iyi ama kaç gün
oldu biz görüşeli, hem üzerimdekiler bunlar değildi ki? Görsel hafızamı
zorluyorum. Ondan ayrılırken, her seferinde daha da fazla saklanmaya
çalıştığını, gözlerime bakamadığını, bir an önce kaçmaya çabaladığını
farkediyorum. Ters bir durum yok, onu rahatsız edecek bir şey yapıyor da
değilim ama bakamıyor yüzüme ayrılık anlarında. Veda öpücüklerinde o
kararsızlığın yanakla dudak arası dokunuşlarında hep bir es verişini, hep bir
yavaş duruşunu farkediyorum. Acaba bir iz mi bırakmak istiyor bende diyorum.
Öyle hesap kitap yapan kadınlardan biri olmadığını çoktan anlamış olsam da bu
tatlı şüphe düşüveriyor aklıma. Böyle zamanlarda akıl tutulması yaşadığımı inkar edemem ama biraz gayret etsem onun da hızlanan kalp atışlarını üzerindeki çiçeklerle bezenmiş elbisesinin kontrol edilemez hareketlerinden görebileceğim neredeyse..
Ah korkularımız, ah o içimizden geçenleri
bize söyletemeyen tedirginliklerimiz, ah o yenilere hissettiklerimizi saklamaya
mecbur bırakan eski yaralarımız...
Aklından neler geçtiğini öğrenebilmeyi ne
kadar da çok isterdim. Tahminlerle yaşamak, belirsizlikle yürümek çok zor. Ve
bir o kadar da saçma. Evet, saçma! Birini severken ona bunu söyleyememek,
birini herşeyiyle tanımak isterken bunu ondan isteyememek. Dahası, adamın
kadına söylemek isteyip sustuğu herşeyin, kadının adamdan duymak isteyip
sustuğu herşeyle dengede durması. Birbirlerinin hislerinden çekinmelerinin
dengesinin, korkularının eşitliği kadar olması. Ama ketum kalmak.
Burnuma onun kokusu geliyor hala. Galiba
anlıyorum aslında. Farkediyorum ki, üzerimdekilere değil, bizzat üzerime sinmiş
kokusu. Hem zaten sağıma soluma değil, bizzat içime geçmiş dokusu. Dünyada
artık kalmadığını bilsem de, ihtimallerini sevdiğim şeyler varmış hala. Mesela
her zerremde o varmış gibi yaşıyormuşum son günlerimi. Ona uyanıp sabahları,
onun rüyasına yatmaya başlamışım geceleri. Nice zaman sonra onu almışım
kollarıma, onu koymuşum en yukarılara. Çocukların erişemeyeceği yere koyulması
gereken hayat kurtarıcı ilaç muamelesi yapmışım, orada dursun da, benim olmasa
da yeter demeye niyetlenmişim. Varlığını bilmek yetecek gibi gelmiş. Kendimi
kandırmaya kalkışmışım, becerememişim. Hem zaten insan en çok kendine yalan
söylemeye niyetlenirmiş ve aslında insan en çok kendi yalanlarını yakalarmış.
Dürüstlük dediğin de zaten en çok kendine yalanmış. Biraz abartılı geldi
bunların hepsi, ben de farkındayım. Zaten dedim ya, dünyada artık kalmadığını bilsem de,
ihtimallerini sevdiğim şeyler varmış hala.
Gömleğimi çıkartıp atmışken bir kenara,
tişörtüme farklı davranırken buluyorum kendimi. Güzelce katlıyor, kirli
sepetinin en üstüne bir assolist edasıyla yerleştiriyorum. Yarın tümünün
birlikte makineye girecek olmasının bir önemi yok, hayatımda bazı varlıklara boylarından
ağır anlamlar yüklemeyi hep sevdim. Yine öyle yapıyorum. O kokuyla onu
tanımlıyorum, metaforlardan metafor seçiyorum. Seviyorum ona dair benzetmeler
yapmayı çünkü.
Gülümsüyorum. Yarın erkenden onun kendisine
bambaşka bir hayat kurabilme ihtimalinin bile bir önemi yok. Bugün bana ait ve ben
bugün ona aitim. Dünyada sadece bu aidiyetlerin teslimatlarına ayrılmış bir
katman varolduğuna inanıyorum bazen. Şu anda bu aidiyet benim yanımdan onun
başucuna doğru yola çıktı bile. Farketmesini umuyorum, anlamasını istiyorum.
Cesaretini toplamasını, korkularını yıkmasını bekliyorum. Ama bilmeler kadar
yanılmalar da hayatın içinde. Ve yaşam öğretisi gereği, bazen bazı şeyler en
olmaması gereken şekillerde de çıkabiliyor yolumuza. Olması gereken ve olan
arasında bir çizgi, o çizginin öğretisinde de bir denge var. Kimse kimsenin
hayatına durup dururken ve sebepsiz yere dokunmuyor. Senin neyi öğrenmen
gerekiyorsa, o öğreticilik sana kar kalıyor.
Yol devam ediyor, bazen birlikte, bazen
yalnız.
Ve bazen de bir hediyeyle.
O gitse de, onun o eşsiz kokusu sana miras
kalıyor. Görsel hussam123 imzalı.