Bir şehirden bir başka şehire gitmek, bir
hayattan bir başka hayata geçmek gibi bazen. Bazen bir şehirde bir sen, başka
şehirde bambaşka bir sen oluyorsun. Bir yerde yaşadıkların, bir diğerinde
yaşadıklarından kaçıyor köşe bucak. Sokak araları başka hikayeler anlatıyor, işlek
caddelerden başka yaşamlara çıkılıyor.
İşte tam da öyle, günün ilk ışıklarıyla yola
çıkılarak gidilmiş ışıltılı şehirde, ertesi gün Asmalı’nın modern sokaklarında
rakı parlatacakken ben o şehrin ev sahipleriyle, gri şehirden gelmiş içli bir
grup, Bostancı’nın kokulu bir ara geçişinde demleniyoruz. Benim aklım sonraki
günde, karşımda iki yaralı kadın, masada bir büyük dost, yarım yamalak
hikayeler meze, derinlerden gelen bestelere eşlik ediyoruz. Beni iyi tanıyan kadın yaralarımdan haberdarken ve beni anlarken, yeni tanıyan kadın bizim öylesine farklıyken
böylesine yakın olabilmemizi anlamlandırmaya çalışıyor. Ben iki şehrin iki
hayatının arasında sıkışıp kalmışım, İstanbul’a fazla Ankara’lı, Ankara’ya
fazla İstanbul’luyum. Hep öteki bir halim var. O yüzden beni ve yazdıklarımı en
çok onun gibiler, iki şehrin arasında salınıp gidenler anlarken, diğeri gibi
beni yeni tanıyanlara kendimi anlatmaktan köşe bucak kaçıyorum. Olacakları
biliyorum çünkü.
Yazdıklarımın bir bölümünü çok romantik
bulduğunu söylüyor. Haklı olabilir. Ya da belki işi gereği biraz sert
bakıyordur hayata. Belki de hiç ilgisi yoktur, hayat ona romantizmin her
türlüsüne dudak kıvırtmayı öğretmiştir zamanla. Çok iyi duvar örücüleri var
benim etrafımda, mecbur kalmış gibiler profesyonel duvar ustalığına. Ya da
boşverin, belki de ben tamamen ahkam kesiyorumdur hiçbir şeyden haberim
olmadan.
Ahkam!
Bana bu dünyada ne yasaklansa deseniz, hiç
düşünmeden ahkam kesmek derim. Bence, sonuçta haklı çıksalar bile ahkam
kesenler hemen ölümle cezalandırılmalı, bu dünyadan tamamen silinmeli. Ölüm bir
kurtuluş olabilir bazen. Kalanlar için yani...
Tamam ben de şimdi ahkam kestim, cezam neyse
razıyım. Ama işte duygusallık, romantizm gibi kavramlara karşı alerjim var benim.
Abimin bir zamanlar beni insanlarla tanıştırırken ‘Bu da benim kardeşim,
duygusaldır o!’ deyişi hala hafızamda. Bunu yaparken o tanımlamaları bir
küçümseme, bir hakaret olarak kullanır, bundan zevk alırdı. İçimden geçenleri
söyleyemezdim. Ne yani, atmışsınız beni ufacıkken evden uzak bir köşeye,
psikopat olmadıysam şükretmeniz gerek aslında! Ama duygusallık denen meret çok daha
tehlikeli olsa gerek, söylediklerinize bakılırsa...
Yanımdaki o kız da öyle işte. Ben boşlukta
kendi kendime ‘hayır, gözyaşlarım değil onlar’ diye mırıldanırken, ansızın yanaklarına
süzülen birkaç damla sayesinde tanışıyorum onun gözyaşlarıyla. Kadınların
gözyaşlarını iyi bilirim. Bazen ben sebep olmuşsam da, genel olarak hayata dair
öğrendiğim birçok şeyi kadınların kendilerini yanımda ağlayacak kadar rahat
hissetmelerine borçluyum. Ağlayan bir kadın, gerçekten ağlayan üzgün bir kadın
yalan söylemez, söyleyemez. Ve ben bir kadının gözyaşlarının gerçek olup
olmadığını bir bakışta anlarım. Gözyaşlarına dair şüphem yok, ama eğer orada
onun karşısında oturuyor olsaydım, gözlerine bakarak hikayesini anlayabilmeye
çabalardım. Bir dengesi yok bu çabalama halinin, bazen anlıyorsun bazen bir
yere varamıyorsun. Anlayabildiğin anların hakkını vermen gerek..
Muhtemelen bu yazıyı okusa yine fazla
romantik bulur. İyi ama ben zaten hiçbir zaman edebi şeyler karaladığımı iddia
etmedim ki hiç kimseye. Hatta oradan bakarsanız, yazılarım bir insan olsaydı
mesela, hafif meşrep derdiniz belki de, ucuz olmakla suçlardınız onları. İşin
aslını merak ederseniz, ben dans etmeyi seviyorum... Kelimelerle... Olabildiğince...
Bu kadar! Başka bir iddiam yok. Hiç olmadı. Yarın ne olur bilemem ama bugün
basitim, çok basit. Turgut Uyar’ın söylediği gibi, aşkım da değişebilir, gerçeklerim
de. Bilemem. Ama bir dengem var benim an itibariyle, bozmayınız yeter.
Anlaşılmak peşindeyiz sadece. Asmalı’nın
modern sokaklarında rakı parlatırken de, Bostancı’nın kokulu ara geçişinde demlenirken
de, Nişantaşı’nda içki yudumlarken de, bir arkadaş evinde sade kahveyi nezaketle
içerken de aynıyız hepimiz esasında.
Zaman at koşturuyor yine! Saatler hızla geçiyor, günler bir çırpıda bitiyor. Romantik bir adam, ağlayan bir kadın ve bir
duvar ustası gecenin zifirisinde yol almaya devam ediyoruz. Herkes kendi
dünyasına kapanmış durumda. Yol ilerledikçe yorgunluk çöküyor her birimizin
üzerine. Gözler kapanıyor. Onlar dünyaya bir süreliğine veda ederken ve ben tek
başıma her kilometresi akan ama sonu bir türlü gelmeyen yolların şeritleriyle
hesaplaşırken, telefonumun mesaj sesini duyuyorum:
‘Yine gel lütfen... Aslında hep gel, hep
kal...’
Bazen söylenenleri esas kıymetli yapan güçlü
içerikleri olmaz. Ne söylendiğinden çok ne zaman söylendiğine bakarsın bazen.
Bazı geceler bir türlü bitmezken, bazı günlere bir türlü merhaba diyemezken
sen, söylenenlerin ardında çok birikmişlik, çok deneyip vazgeçmişlik olur. Değerlidir.
Belki de sen seviyorsundur anlam yüklemeyi. İşte tam da bu yüzden buruk
gülümsemeleri severim ben. O mesajı okuduğum anda yüzüme yapışan buruk
gülümsemeden bahsediyorum. Bir eksiğin altını çizer çünkü o buruk ve yarım yamalak
gülümsemeler. Mesela söylenen söylenmesi gerekendir de, söylendiği an
söylenmesi gereken zamanı çoktan kaçırmıştır. Geç kalınmıştır. Ve sen de yarım
kalırsın işte.
Kafesten çıkardığı güvercinin ayağına ip
bağlayan bir adam tanımıştım çocukluğumun geçtiği, en gerçek ve masum
hayallerimi bıraktığım mahallede. Güvercin tam da özgürlüğüne kavuştuğunu
zannederken ayağındaki ipe takılır, uçup devam edemeyeceğini anlasa da
çırpınmaya, son gücüyle şansını denemeye devam eder, sonunda da kendi isteğiyle
kafesine geri dönerdi. Bir zaman sonra o artık ayağına ip bağlamasa da kafesten
kaçmaz, en fazla kafesinin etrafında uçar ve kendi isteğiyle geri dönmeye başlardı.
O yol ilerlerken, gece güne dönerken ve ben
gri şehrime son kilometreleri sayarken, tam anlamıyla o güvercin gibi
hissediyorum kendimi. Telefondaki mesaja baktıktan sonra hiçbir şey yapmadan
yerine geri koyuyorum. Altımızdan hızla kayıp giden şeritleri saymaya
niyetleniyorum, yapamıyorum. Bir şeyleri somutlaştırmayı deniyorum belli ki ama
olmuyor. Yolun artık bitmesi gerekiyor. Bir türlü bitmiyor.
Başlaması gerekenlerden köşe bucak kaçmakla,
bitmesi gerekenlere nokta koyamamakla geçiyor hayatımız.
Ve gün ağarıyor usulca.
Günaydın.
Görsel Berk Öztürk imzalı.